ROMANTİK YOL
2016 Eylul ayında Güneş Turizm’in tertiplediği bir haftalık Almanya gezisine katıldım. Gezinin adı ilginçti. “Romatik Yol”. Neden öyle demişler, gitmeden anlayamadım.Fakat gezdikçe içeriğine ısındım ve sevdim. Aslında bu gezi güzergahı Almanya’da öyle isimlendirilmiş. Genelde iç turizme odaklı. Halkın 18 ve 19.cu Yüzyılın Alman kasabalarını görmesi ve tarihi yaşaması için düşünülmüş. Güneydoğu’da nehir ve göller çerçevesinde oluşmuş eskiden kalan ve hayatiyetini sürdüren yerleşim yerleri.
Frankfurt’tan Güneye doğru inildiğinde Würzburg-Fussen arası bir hat. Münih’e çok yakın, batısından geçiyor, İsviçe sınırına dayanıyor. Diğer uçta’da Avusturya var. Bu bölge Almanya’nın büyük eyaletlerinden biri olan Bavyera bölgesi. Yeşil, bol ağaçlı, nehir, dere ve göllerin bulunduğu verimli bir yer. Herhalde bu nedenle ki tarihte yerleşim merkezi oluşmuş, Ortaçağ’dan beri burada Alman hükümranlığının varlığı görülmüştür.
Biz geziye Nürnberg’e giderek başladık. Gerçi Nürnberg bu hat üzerinde değilse bile, ayni bölgede büyük bir şehir. Nüfusu 500.000 civarında. Şehrin kuruluşunda ortadan geçen nehrin sağı ve solu gibi eski merkez dışında, dışa doğru genişleyen yeni binalar var. Şehrin hafızamızda kalan bir ünü de 2.ci Dünya Savaşı sonrasında Nazi Harp suçlularının oradaki Mahkeme binasında yargılanmış olmaları. Binanın ilgili bölümü Birleşmiş Milletler Teşkilatı tarafından özenle korunuyor. Eski kasabanın merkezine yakın bir yerde konakladığımız için, kapıdan çıkınca hemen kendimizi tipik bir Alman şehrinin ortasında bulduk. Lokantalar, kafeler, eğlence mekanları, Türklerin işlettiği dönerci vs. Tabii, orta yerde bir meydan, çevresinde kilise ve Belediye Binası. Günlerden Cumartesi akşamı idi. Buna rağmen gençlerin gidecekleri disko tarzı müzikli eğlence yerine pek rastlamadım. Ara sokaklarda şov yapıldığı söylenen bazı mekanlar gördüm ama onlar da boştu. Bira Almanların pek rağbet ettiği içki. Bardaklar en az yarım litrelik. Halk sokaklardaki kafe ve lokantaları doldurmuş, hafta sonu keyfini çıkarıyorlardı.
Pazar sabahı kısa bir yürüyüşten sonra nehrin diğer yakasında bulunan şatoya gittik. Yüksek bir tepenin üstünde bulunan kale biçimindeki şato, Orta Çağlardan beri bölge kralının hem evi, hem korunağı şeklinde inşa edilmiş. Yaşam alanı ile muhafız asker ve atlar için de barınak bulunan çevresi sur ve su ile koruma altına alınmış kale-saray türü bir yapıt. İçinde müze olarak sergilenen eşya ve savaş aletleri var. Şatonun üst katındaki pencerelerden bakıldığında, şehir ve nehir ayaklarınızın altında gibi, çevreye hakim muhteşem manzara.
Şato ziyaretinden sonra Kuzeye doğru yola çıktık. Bamberg kasabası UNESCO tarafından korumaya alınmış bir şirin yer. Nufusu 50.000 civarında. Şehrin ortasından bir nehir geçiyor. Sağlı sollu güzel evler, nehirden istifade için kayıklar, yelkenliler. Evlerin çiçeklerle bezenmiş balkonlarını, pencere önlerini seyretmek harika. Şehrin Belediye binası nehri geçen bir köprünün başına inşa edilmiş. Sağlı sollu restoranlar ve pazarı neşe ile geçirmeye çalışan bir yığın insan. Etraf turist dolu, bu pitoresk yerin resimlerini çekiyorlar.
Dikkatimi çeken bir husus oldu. Gezdiğimiz tüm kasabalarda, şehrin orta yerinde meydan ve çevresinde kilise ile Belediye Binası. Bu eski şehirlerde muhteşem Hükümet binası yok mu diye düşünürken, eskiden kalma yönetim anlayışlarında, feodal ve federal yönetim tarzlarında şehir yöneticilerinin bağımsız veya merkezdeki bir yüksek iradeye bağlı Belediye yetkilileri olmasının doğal olacağı geldi. İmparatorluk dönemlerinde ademi merkeziyet sistemi benimsenmişken, 20.ci yüzyılda merkezi devlet anlayışı hakim oldu.
Öğle yemeğini bu küçük ve şirin kasabada yedikten sonra dönüş yolunda, ufak bir mola vererek Erlangen isimli bir üniversite şehrine geldik. Bu da öğrenciler olduğunda nüfusu 70.000’e ulaşan küçük bir kasaba. Otobüsün mola verdiği alana yakın bir yerde bizim yerel tabirimizle “bitpazarı” kurulmuştu. Çadır veya şemsiye altında kurulan küçük bir stand’ta kişiler evlerinde, artık kullanmadıkları eşyaları ikinci el olarak pazarlamaya çalışıyordu. Bizde biraz eskide kalan bu adetin medeni bir ülkede halen geçerli olması beni düşündürdü. Ekonomik sıkıntıdan desem değil. Herhalde ikinci el eşya kullanımında bir eziklik duygusunun olmaması, herkesin kendi bütçesine göre sahip olabileceği şeylere kolayca ulaşmasının normal sayıldığı bir anlayış olsa gerek.
Pazartesi günü kuzeybatıdaki Würzburg şehrine geçtik. Yaklaşık 110 Km. yol katettik. İlk durağımız Kraliyet Sarayı (Rezidans) oldu. Büyük bir bahçe içerisinde, önünde geniş bir meydan, meydanda heykelli havuz-fışkıran sular, muhteşem Barok tarzı bir yapı. İçindeki salonlar, süslemeler zamanın bir sanat şaheseri. Paris saraylarından esinlenmiş 19.cu asırda inşa edilen bir başyapıt. Eski şehre geçtiğimizde yine Kilise, Belediye Binası, nehir ve üzerinde iki yakayı birleştiren eski bir köprü. Merkezde kafe ve lokantalar ve alışveriş yerleri var. Würzburg şehri Alman Turizminde “Romantik Yol”un başlangıç noktası olarak kabul ediliyor. Oradan aşağı doğru indikçe artık daha küçük otantik kasabalarla karşılaşacak, 18-19 cu asırdan kalma yapı tarzları ile eski feodal yapının konak ve saraylarını göreceğiz. Geçeceğimiz bütün yollar yemyeşil. Kasabaların kenarında bulunan nehirler, ileride Tuna veya Mein nehri ile birleşiyor, ya da göllere akıyor. Yol boyunca mısır tarlaları gördük. Ayrıca mer’a olarak kullanılan ve içinde büyükbaş hayvanların otladığı otlaklar. Yöre bağları ile de ünlü. Tabii şarapları da öyle. Akşam yemeğinde yerel bir lokantada test ettik.
Ertesi sabah güney istikametinde yola çıktık. Akşam konaklayacağımız kasaba Rothenburg ob der Tauber adında küçük bir yer. Oraya giderken, otoban üzerinden değil, arada küçük köy ve çiftlik evleri gibi yerleşim yerlerinin olduğu eski geleneksel yoldan geçtik.. Yine etraf yemyeşil, mısır tarlaları ile sık ağaçlı ormanlık alanlar göze çarpıyordu.
Yolumuz üzerinde olan Bad Mergentheim kasabasından geçerken “Tarikat Müzesi” diye adlandırılan bir küçük şatoyu gezdik. Burada tarikat tabiri sanki dini bir tarikat gibi algılanıyorsa da gerçekte bunun ortaçağlarda varlığı bilinen şövalyelerin oluşturduğu bir tür dayanışma birliğini ifade ettiğini anladık. Tıpkı masallarını dinlediğimiz “Yuvarl ak Masa Şövalyeleri” gibi bir şey. Orada zamanın şövalyelerine ait giysiler, ok, mızrak, kılıç gibi savaş aletleri sergilenmişti.
Rothenburg ob der Tauber şirin küçük bir kasaba. Engebeli bir arazide kurulmuş. Yollar inişli-yokuşlu. Küçük bir yer olmasına rağmen otelimiz çok şık ve butik bir otel. Kasabanın merkezinde yine görmeye alışık olduğumuz meydan, Belediye Binası ve Kilise. Öğle yemeğini bir Yunan lokantasında yedik. Şef garson Türktü. Kendimizi memlekette hissettik. Siparişlerimizi rahatça verdik, servis sırasında zorlanmadık.
Burada turistlerin ilgisini çeken enteresan bir müze var. Adı “Ortaçağ Kriminal Müzesi”. Ortaçağdaki işkence şekilleri, bunlarla ilgili aletler ve insanlara ceza amacıyla eziyet çektirme yöntemleri sergilenmiş. Geçmişte insanların gerek dinsel inanışları, gerekse yönetime karşı davranışları nedeniyle karşılaştıkları ve vahşice zulmü ve nelerin nasıl uygulandıklarını gördükçe irkilmemek mümkün değil. Suç ve suçlu her devirde olmuştur ama, işkence artık çağımızda kabul edilmeyen bir yöntem. İnsanlar, tarihte bu anlayışa gelebilmek için bir hayli fedakarlık yapmış görünüyor. Geçmiş, o kadar temiz değil.
Akşama doğru meydandaki bir kafede çay içmek güzeldi. Etraftaki eski binalar, saat çanı, hediyelik eşya satıcıları, turistler insanı oyalıyor. Bu küçük kasabada hayat canlı. Belediye Binasının altındaki sütunlu holde resim sergisi var. Biraz sonra hava kararınca etraf tenhalaşacak ve dükkanlar kapandıktan sonra ortalıkta pek kimse görülmeyecek.
Çarşamba sabahı daha uzunca bir yola çıktık. Yine Güneye doğru gidiyoruz. Rotamız, yaklaşık 210 km. uzaklıktaki Augsburg. Giderken yolda iki mola vereceğiz. İlk durak küçük bir köy-kasaba Dinkelsbühl. Yemyeşil, nehir kenarında bir yer. Kasaba merkezi yine bildik şekilde, eskiden kalma Belediye binası, kilise ve önü meydan. Merkeze doğru yürürken birkaç dükkan vardı. Turistik bir yer olmalı ki. Turizm ve enformasyon bürosu girişte göze çarpıyordu. Meydanda 2-3 konteyner şeklinde araba gördük. Birinde çeşitli sebze ve meyveler, diğerinde et, tavuk, peynir gibi şarküteri malları satılıyordu. Etrafta market gözüme çarpmadı. Bu meydandaki seyyar pazarla işi idare ediyorlar gibi geldi. İlgimi çeken ekmek fırını oldu. Bunu diğer kasabalarda da görmüştüm. Fırınlarında insanın iştahını kabartacak nitelikte çeşit çeşit ekmek pişirip müşteriye sunuyorlar. Bildiğim kadarı ile, Almanlar bizim gibi fazla ekmek tüketmiyorlar ama, fırınlarında pişirdikleri ekmek çeşitleri ile bu konuda göz ve damak zevkine iyi hitap ediyorlar.
Bu küçük kasabada göze çarpan bir özellik de yaklaşık 100-200 yıl önce yapılan evlerin tipik görünümü. Genelde 2-3 katlı evlerin üstünde ters V şeklinde bir çatı. Çatının uç noktasına kadar bölümde ise 3 veya bazen 4 kat olarak pencereleri görülen çatı katları. Eski ahşap inşaatın görüntüsünü dıştan veren çapraz veya dik istinat kolonları görüşte bir güzellik versin diye kahverengi veya kırmızıya boyanmış. Tipik orta ve kuzey Avrupa mimarisi. Balkonlarda sarkan çiçekler ayrı bir hava veriyor. 19.cu Yüzyıl mimari tarzı olan bu evlere hayran olmamak mümkün değil. Tabii bu tür evlerin bol bol resmini çektik.
İkinci durağımız bu kasabadan biraz daha büyük olan Nördlingen .idi. Etrafı surla çevrili bu şehre eski bir kale kapısından girdik. Kısa bir yürüyüş mesafesinden sonra merkeze ulaştık. Her yerde olduğu gibi yine büyük bir kilise, eski ve ihtişamlı Belediye binası, meydan ve ana çarşı. 18.ci Yüzyılan kalma bir şato-saray. Öğle yemeğinde şöhretli olduğu söylenen bir İtalyan restoranında spagetti yedik. Çarşıda salınarak yürürken bir dondurmacıda mola verdik. Etraf cıvıl cıvıl insanlarla dolu. Dondurmacıda masalar dolu olduğundan bir Alman kadınının oturduğu masaya iliştik. Tabii konu açıldı, nerden geldiniz niçin gibi sorularla sohbet ederken, aklıma şaka olsun diye bir cevap takıldı. “Türkiye’den geliyoruz, 50’yı aşkın yıllık evliyiz, ikinci balayı yaşıyoruz” dedim. Ne cevap verse beğenirsiniz. “Biz de karı-koca 30 yıllık evliyiz, Frankfurt’ta oturuyoruz, şimdi bu Romantik yolda dura dura tatil yaparak ikinci balayımızı yaşıyoruz” dedi. Gerçekten bu yol üzerinde tatilciler, turistler, otomobil veya bisikletle seyahat edenler çoktu.
Akşam konaklamasını Augsburg şehrinde yaptık. Augsburg, Münih şehrinin batısında 40-50 Km. kadar uzakta bir kasaba. Tarım ve sanayi şehri. Akşam yemeğini tarihi Belediye binasının zemin ve bodrumunda hizmet veren bir lokantada yedik. Hava güzeldi, girişteki Balkonda oturduk. Önümüzde büyük meydan, tepede mehtap dolunay olarak bize ışık saçıyordu. Güzel, yorucu fakat zevkli bir gün geçirmiştik.
Gezinin en çarpıcı ve hedef olan bölümüne gitmek için Perşembe sabahı yola çıktık. Bu sefer akşam konaklayacağımız yer Alp dağları eteğinde Avusturya-İsviçre sınırlarına yakın Füssen şehri idi. Mesafe 145 km. Yol güzergahında yine şiir gibi evler, çiftlikler, köyler, kasabalar gördük. Alp dağlarının etekleri yemyeşil. Meralarda otlanan inekleri, Tuna nehrine bağlanacak akar suları, küçük gölleri geçtik. Şehre varmamıza 8-10 km. kala , bir dağın eteğinde turistik bir köye geldik. Adı “Shwan gau”. Orada otobüsten inip, dik bir yokuşla yaklaşık 1.5 km. ötede, dağın tepelerinden bir yerde yapılmış, şöhreti Almanya tarihinde yer alan bir kaleye gitmek istiyorduk. Bu efsane kale-şato 19.cu Yüzyılda Bavyera Kralı 2,ci Ludvig tarafından yaptırılmıştır. Adı “ Schloss Neuschwanstein”. Kuğulu köşk diye biliniyor. Kuğu teması sarayın pek çok yerinde göze çarpar.
Kaleye yürüyerek çıkmak biraz zor. Görmek isteyenler oraya 2 iri kadananın çektiği atlı arabalara binerek gidiyor. Biz de öyle yaptık. Hafta içi olmasına rağmen müzeye girmek isteyen çok. 25 kişilik gurupları 10.ar dakika ara ile içeri alıyorlar. Bize verilen sıra 3 saat sonrası içindi. afta içi olmasına rağmen giriş saatimizi 25 kişilik guruplar halinde 10 ar dak
Hava hafif çiseliyor. Az ıslansak da sabırla içeri girmeyi bekliyoruz. Kalenin ana kapısından içeri girildiğinde geniş bir avlu var. Günün mimarisine uygun. Saray kısmına bir merdivenle çıkılıyor. Katları geziyoruz.
Sarayı inşa ettiren Bavyera Kralı 2.ci Ludwig. 19.cu Yüzyıl ikinci yarısında genç yaşta Bavyera Hükümdarı olmuş. Kişiliği, yaşamı, devrin Almanya-Avusturya-Prusya egemenlik çalkantıları arasında, sanatsever, ince ruhlu, içine kapanık, amaç edindiği güzel yaşamak için hesapsız paralar harcayarak yaptırdığı şatolarla ünlenmiş bir hükümdar. Babasının ölümünden sonra 1864 yılında 19 yaşında iken tahta çıkmış, Ölümü, krallıktan azledildikten kısa süre sonra 42 yaşında hanedan köşklerinin birine yakın gölde doktoru ile birlikte boğulmak suretiyle olmuştur. Sığ suda olan bu boğulmanın sırrı hala bilinmiyor. Kaza mı, intihar mı, cinayet mi ?
2.ci Ludwig gençliğinde içine kapanık bir çocuk olarak büyümüş. Şiire, müziğe, tabiata aşık bir kişi. Genç yaşta kuzeni ile nişanlanmış amma kısa süre sonra ayrılmış ve bir da hiç evlenmeye teşebbüs etmemiş, ölümüne kadar bekar kalmış. Devrin şöhretli müzisyeni Wagner’e sarayında konserler verdirmiş. Hatta, gezdiğimiz Neuschwanstein kalesindeki şatosundan onun için yaptırdığı konser salonu özel ve çok güzeldi. Kalenin bulunduğu yöredeki göl ve kuğular onun hayalindeki incelikti. Kalede kuğu motiflerinin varlığı. Dağın tepesindeki bu muhteşem binanın çepeçevre aşağıdaki göl ve yaylaya hakimiyeti gerçekten görmeye değer. İnşaatıyla çok ilgilendiği bu yerin tamamlanması krallığının sonuna denk gelir. Bu nedenle Wagnr’in orada kendine özel konser verme şansı olmadığı da söylenir. Krallığı döneminde yaptırdığı bu kale ile diğer köşk-saraylar nedeniyle devlet bütçesinin çok üstünde harcama yapmış, kendisini frenlemek isteyenler, davranışlarındaki bazı anormallikleri de ileri sürerek (akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle) tahttan ayrılmasına karar vermişlerdir. Gölde boğularak ölmesinin ayni yılda vuku bulması da ilginçtir.
Neuschwanstein kale-sarayı gerçek görmeye değer bir yer. Romantik Yol’un en popüler ve ilgi çekici bir noktası. Bunu, oraya akın eden turist kalabalığını gördükten sonra rahatça söyleyebilirim. Bütün odalar ve salonlar ihtişamla dekore edilmiş, tavan ve duvarlardaki resimler bir dönemin ihtişamını yansıtıyor. Orayı anlatmak mümkün değil, görmek lazım. 2.ci Ludwig orada gönlünce yaşayamadı amma, şimdi her yıl milyonlarca turist onun yaptırdığı bu güzel eseri görmeye gidiyor.
Füssen şehri yakın. Kale ziyaretinden sonra akşama doğru Füssen’e geçtik. Alplerin eteğinde tipik bir Alman kasabası. Ertesi gün ülkemize döneceğiz. Alman turizmcilerine göre Romantik Yol burada bitiyor. Yaklaşık 500 Km.lik bir gezi hattı. Ancak biz THY’nın uçağı ile geri döneceğimiz için oraya yakın bir yer olan Friedchshafen havaalanın bulunduğu, Odensa gölü kıyısındaki Lindau’ya gideceğiz. Göl kenarında güzel bir tatil kasabası. Füssen’e uzak değil, 2 saatlik yol. Bu kez batıya doğru gidip İsviçre sınırına yaklaşacağız. Güneşli bir günde göl kenarında gezinmek zevkli olacağa benzer.
Lindau gerçekten güzel ve şirin bir sahil kenarı şehri. Küçük ölçekte Bodrum gibi algılamak mümkün. Sahil kenarında oteller, kafeler, lokantalar. Gölün karşı yakası İsviçre. Güneşlenen, suya karşı oturup kahve keyfi yapanlar, göl kenarında iskele ve ufak bir şehir hatları gemisi. Gölde yelkenli ve su sporu yapanlar, aheste aheste gezip tatilin zevkini çıkaranlar. Tipik bir tatil kenti.
Öğle yemeğini göl kenarındaki bir restoranda yedikten sonra yavaş yavaş sahilde yürüyerek, bizi havaalanına götürecek otobüse bindik. Elveda Romantik Yol gezisi.
İçimize sinen, zevkli,, güzel bir gezi idi. 6 Günlük bu turun ilavelerle birlikte yaklaşık 750 km. kısmını otobüsle karayolunda ilerleyerek geçirdik. Yol boyu güzellikleri, ortaçağın ünlü şatolarını, eski yaşamı aksettiren tipik evleri, ormanları, dağları, tüm tabii güzelliklerini gördük. Bunların çoğunu fotoğraf makinemizle belgeledik ve güzel bir anı olsun diye arşivimize ekledik. İleride ara sıra hatırlayacağımız bu güzel gezinin notlarını yazıya dökmek istedim. “Romantik Yol” gerçekten romantik bir yolmuş.
CEVDET NACİ GÜLALP
15.10.2016